Rakı bardaklarını birbirine çarpıp babamın dudaklarına götürmüştüm. Dudaklarının etrafında hiç su yoktu; dipdiri, kupkuruydu. Salyalar denizin tuzuna yenilmiş, kurumuştu. Uzanıp bardağı elimden almış, kocaman bir yudum içmişti. Hemen suyu uzatmıştım; "Sen de iç, öyle" demişti. Ağzımdaki rakının tadı mı yoksa yanaklarımdan akan tuzlu suyun tadı mı daha acıydı; hatırlamıyorum. Babam suyunu içerken saçlarım rüzgara teslim olup onun yüzünü sarmıştı. Okşayarak toplamıştı saçlarımı. Suyu elinden alırken "Gitme baba! Ne olur beni yalnız bırakma" demek istemiş, susmuştum...