Gecenin ıssızlığı nehir gibidir. Alır götürür sizi kıvrımlarıyla. Yine de hangi denize karışacağınız belli değildir. Yaşanmışlıklar flu görüntülerinden sıyrılır yavaş yavaş. Bütün gün çember çevirip uçurtmalar uçuran afacan bir çocuğun yorgunluğundan doğan çelimsiz dalgalanmalarla iner çıkar düşselliğiniz. Saate bakmak, zamanı yoklamak gibi bir derdiniz olamaz. Anıların dizgini elinizdedir. Zaman tünelinde ilerledikçe hevesiniz köpürür; sisler, yağmurlar sonrasında yaşadığınız kentler geride kalır. Nasıl konmuşsanız konmuşsunuzdur; iki kanat takıp uçuvermişsinizdir tül adımlarınızla geçtiğiniz mekânlara. Eşiklerde beliren çocuksu pırpırlığınız dur durak dinlemez. Daha herhangi bir oyunda terlemeden, anneniz arkanızdan bağırır olanca sesiyle:
“Oğlum, akşama kalma, erken gel!”
Karanlıklar, öcüler, inler cinler hep çocuklar içindir sanki. Görür görmez “ham yaparlar” onlara göre.
Bir kez avlu kapısını iteleyip çıktınız ya, o dilsiz duyarlık bekleyedursun. Oyun bu!.. En çok akşamüstleri koyu gölgelerle çeker çocuğu büyüsüne. İş dönüşü babanızın gürleyen öfkesi çoğu zaman kanıksanmış öğütlerle yavaşlar. Yüzünüze inen bir tokadın parmakları, çok geçmeden sınanmış bir sevginin pamuksu okşamalarına bırakır yerini.
Bak, çalışma masasını aydınlatan ışık da kıpırdanmaya başladı işte! Yoksa ona mı öyle geliyor? Belleğindeki gaz lambasıyla karıştırmış olmasın sakın. Üç kardeşin ders çalışırken yerlere serilip paylaştıkları yanarsöner ışığı ile sürekli ilgi odağı olan o lamba... Eğer o incecik camı bakkalın kapalı olduğu saatlerde 'çat' deyip çatlamışsa yandı gülüm keten helva! Umutlar yedekteki muma kalmıştır. Mum alevi de titreye titreye eriyip gitmez mi?.. O halde, bir çentik daha atmalı geceye geç kalmadan! Ama nasıl?..
Yok yok, safran sarısı ışığı masaya ağan gaz lambasının suretini aramak boşuna! Göz kapakları ağırlaşmış olmalı. Kalktı, balkona çıktı Servet. Bulutlarından arınmış duru bir gökyüzüne bakıp yıldızlara doğru esneyip gerindi. Tırmanan yeşiliyle asmayı, pencere önünden hiç inmeyen karanfili, bembeyaz çiçeklerinin tomurcuğunu hazırlayan ortancayı ve yaprak yaprak genişleyen begonyayı uzun uzun selamladı. İmbat pamuksu dokunuşlarıyla serinliğini bırakıverdi sıkıntılı göğsüne. Derin bir 'oh!' çekti. O da ne?.. Dolunay olanca görkemiyle körfezin tam ortasına kurulmuş, el ayak çekilen saatlerde suları gümüşi bir aynaya çevirmişti. Bu rastlantının öncesi de vardı. İlkinde şaşkınlığını yere göğe sığdıramamış, kentin tarihsel dokusuyla anlık coşkusundan kalan tortuyu şiirlere dökmüştü:
“Desem ki Körfez iki dağ arasına mı sermiş yatağını Dalmış binlerce yıllık uykusuna Smyrna, dalgın saçlı kızım düşülkesinin ışık kaynağı” ...
Detay Bilgileri |
Dil | Türkçe |
Basım Tarihi | 2010 |
Yazar | Ahmet Günbaş |
Sayfa Sayısı | 123 |
Kağıt | 2. Hamur Kağıt |
Kapak | Karton |
Basım Yeri | İzmir |
Baskı Sayısı | 1 |
Ebatlar (YxG) | 13x19 cm |
Isbn No | 9789944503266 |