Cennet Bilek, hemşire olarak Türkiye'nin hemen hemen her bölgesinde çalışma olanağı buldu. Çalıştığı bölgelerde değişik dil ve kültürlerden etkilendi. Bu kültürlerin sanat ve edebiyata inanılmaz zenginlikler kattığına, sanatı ve edebiyatı beslediğine inandı. Sendikal ve siyasal çalışmalardan hiçbir zaman uzak durmadı. Kâğıda dokunan kalemin kibritten daha fazla yangın çıkardığına inandığı için yazıyor. Edebiyatla tanışması doksanlı yıllarda çalıştığı Diyarbakır'ın Silvan ilçesinde yaşadığı trajik olayları yazmasıyla başladı. Bilek, dünyanın Doğu'sundan Batı'sına yaptığı yolculuklarda savaşların insanlar üzerinde yarattığı yıkımı ve bu yıkımı örtmek için yaratılan sanal kültürlerin ve mimarinin izini sürüyor. Yıkımın yarattığı gölgelerle kimi zaman Almanya'daki Bahnhoflarda, kimi zaman da Anadolu'da yüzleşerek "Barış'ı ve Barış'ın felsefesi"ni sorguluyor.
Kabil'in Gölgesi, bu "sorgulama"nın bir parçası; diğer yandan Meryem ile Artin'in aşkları ekseninde "ötekileştirilmeye" bir itiraz roman...
"Sönmeyen ateşin kıvılcımıydı. O, şimdi Ararat'ta, Anahit'in kollarında yatıyor, güneşin doğusuna yol alıyordu ruhu. Yüzükoyun, upuzun uzanıp kaldı ayrılmam dediği toprağın üzerine. Ensesinden sızan kan atalarının kanına karışıyordu usul usul Bir iki can çekişmesi, bir iki nefesten sonra ruhu bedenini terk etti Giden; sesi, nefesi, bedeniydi. Onun düşünceleri, barış ve kardeşlik adına yaptığı çalışmaları gelecek kuşakların yolunu aydınlatan bir meşaleydi. Ares, Kirikor ve birkaç kişi daha bir araya gelip ne yapmaları gerektiğini konuştular ayaküstü..."