"Zindanımız kalenin uç kısmında surların kenarındaydı. Şarampollerin aralıklarından dışarıyı görmeye çalıştığımız zamanlar ancak küçük bir ufuk parçasıyla gece gündüz nöbetçilerin dolaştığı ve her tarafını uzun otların kapladığı yüksekçe bir tümsek görebiliyorduk. Ve yıllar geçse bile, şarampolün aralıklarından baktıkça aynı suru, aynı nöbetçiyi, aynı ufku, ama kaleden görünen göğü değil, başka bir gök, çok daha uzak bir gök, hürriyetin göğünü göreceğimizi geçiriyorduk içimizden. Gözünüzün önüne iki yüz adım uzunluğunda ve yüz elli adım genişliğinde düzensiz altıgen biçiminde bir avlu getirin. Yere derinlemesine çakılmış, birbirlerine sıkı sıkı bağlanmış, latalarla yanlamasına tutturulmuş ve uçları sivriltilmiş yüksek kazıklardan bir şarampol. Zindanımız çepeçevre işte böyle bir duvarla kuşatılmıştı. Şarampolün bir kenarında daima kapalı, önünde daima bir nöbetçi bekleyen sağlam bir araba kapısı vardır. Bu kapı ancak çalışmaya giden forsaların çıkması için emirle açılır. Bu kapının ötesinde hürriyetin aydınlık dünyası vardı. Kapının bu tarafındaysa bu dünya peri masalı gibi serap gibi bir şeymişcesine düşünülüyordu. Bizim dünyamızın bu dünyayla hiçbir benzerliği yoktu. Buranın kendine göre kanunları, gelenekleri, ahlaksal inanışları vardı; yarı ölü yarı canlı bir evdi bu, ayrı bir hayat, ayrı insanlar yaşıyordu burada. Size anlatmak istediğim yer işte böyle bir yerdir." (Arka Kapak)