Bildiğiniz tüm savaş romanlarını unutun çünkü bu kitap tüm ezberleri bozduracak bir hikâyeye sizi davet ediyor. Savaşa savaş açıyor. Babasının ölümüyle birlikte, Londra'daki Tıp eğitimini yarım bırakan Gül Nihal Şemsettin Gelibolu'daki baba evine geri döner. Evde onu bekleyen Balkan Harbi'nden yaralı dönen ağabeyi Tevfik Çelebi, dadısı ve dadısının eşi ile çocuklarıdır. Gül'ün dönüşüyle birlikte ağabeyi ile yaşadıkları fikir ayrılıkları her fırsatta kendini göstermeye başlar. O sıralarda büyük dünya harbi patlar. Gelibolu'daki baskı gitgide artarken savaş, rotasını Gelibolu'ya çevirmiştir.
Masanın çevresine oturan ahali, sessiz sedasız yemeklerini yemeğe koyulduğunda kesilen gümbürtüler biraz olsun rahat nefes almalarını sağladı. Günü boğuşmayla geçiren yarımadanın güneyi Tevfik'le Osman'ın yakın takibindeydi. Bunu bilen Naciye neler olduğunu sorduğunda, "Ölüyorlar..." diyen Ali Nazmi'nin cılız sesi duyuldu; "Orada herkes ölüyor..." Tek cümleyle ifade ettiği gerçek, masadakileri oldukları yere mıhlayıverdi. 'Orada yaşanmakta olan başka ne var' diye düşünen ahali, onun ağzından savaşın ne olduğuna dair alınabilecek en doğru cevabı duymuştu. Günlerdir abisiyle birlikte olanı biteni izleyen Ali çocuk anlayabilir miydi bilinmez ama savaşı kavradığı aşikârdı. En net haliyle hem de...
Yaşanan tek şeyin ölmek olduğu Gelibolu'da o serin Nisan gecesini buza çaldırıp hepsinin gözlerini doldurmuştu. Onların saf dünyasına kadar sıçramayı başaran karanlık, beraberinde her şeyi rengine bürüyerek yok ediyordu. Gözün gördüğü, kulağın duyduğu, aklın anladığı tek şey kalıyordu geriye: 'Sessizlik...'